Oblivion

Klişedir, evet, bazı şeyler anlatılmaz, yaşanır. Bu da öyle bir andır. Piazzolla ile ilk karşılaşma. Sonraları inandım ki orta nokta yoktur onunla karşılaşmanızda; ya ilk görüşte aşk benzeri bir kendinden geçiş ya da… karşıtını bilemiyorum tabi ki…

Ne demek istediğimi anlamak için arka planda açıp bir yandan dinleyin: Pulsación.

Daha sonlarındayken Pulsación’un “mutlaka tanımalıyım” diye düşünmüştüm bu adamı. Adam bir parçaya tüm yaşamı sığdırabilmiş bir büyücü adeta. Oysa ki iki yıl önce göçmüştü ve kızgındım kendime, bunca yıldır nasıl bihaber olurum diye…

Derken bir belgeselde rastladım Ona. “Mesela, şimdi dinleyeceğiniz parça tutkuyu anlatır” diyordu sunucuya. Ve ilk ezgileriyle bandoneon’un sahnede blok halinde bir şey, tutku, dokunabilir, görebilirsiniz adeta…

Nasıl şanslı bir adamdır diye düşünmüştüm O’nun babası. “Adios Nonino“yu daha ilk dinleyişimde. Ya da her seferinde çılgınlar gibi tango yapmak istemişimdir Libertango‘yu her duyuşumda… Hele hele Sur; Goyeneche’nin sıcacık yorumu ve Piazzolla’nın ezgisi olmasa nasıl bu denli çarpabilirdi insanı. Solanas, Goyeneche ve Piazzolla yine bir filme tüm yaşamı sığdırırlar adeta…

Ve Oblivion. Bir insan bunu en az bir kez olsun dinlemeden ölmemeli. Tüm kalbimle inanıyorum ki bir insan böyle bir ezgiye kayıtsız kalamaz. İçinde, derinlerde bir yerde bir şeyler hissetmemesi mümkün değil. Bir kaç dakikalığına dahi olsa kendi içine kapanması, kendi iç dünyasıyla yüzleşmemesi… romantizm, melankoli, tutku, aşk gibi kavramlarla dolu bir labirentte yolunu kaybetmemesi mümkün müdür?

Hala dinlemediniz mi? Olsun, hiç bir zaman geç değil. Yaşamımın ilk 25 senesinde yoksa da sonraki bölümünde hep varoldu; hem de ilk günün heyecanı, coşkusu ve yoğunluğu ile…

Saygıyla!